10.8.14

Cenaze arabası şoförlerini neden severim?

“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.” Yunus Emre’nin bu şiiri her zaman düsturumuz olmalı.

Geçen yıllarla birlikte kendi kişisel iletişimimi de iyileştirmeye çalışıyorum. Marka bir kafe zincirinin bir mağazasında içerideki kara sinek yoğunluğunu iki arkadaşımla fark edince arkadaşımın biri sordu: “Neden bu kadar çok sinek var?” Soru elbette sineklerin neden olduğunu araştırmaktan ziyade bir sitem içeriyordu. Personel cevap bulmak için renkten renge girerken araya girdim: “Sinekler de iyi kahvenin nerede olduğunu biliyor.” dedim.

Meselelere olumsuz yaklaşmak ve bunu sözle ifade etmek çoğu zaman ortamı geriyor, insanların motivasyonunu kırıyor. Olumlu yaklaşmaksa insanların motivasyonunu artırıyor. Örneğin, bir arkadaşınızın aracına bindiniz. Arabayı oldukça sert ve dikkatsiz kullanıyor. Eğer kendisine bunu aynen ifade edecek olursanız, belki gerilerek daha da kötü araba kullanacak. Bunun yerine izleyebileceğiniz yollardan biri, eğer araba sürme konusunda yaptığı tek bir iyi şey bile varsa onun altını çizmek. “Müthişsin, hiçbir kırmızı ışığı kaçırmıyorsun.” ya da “Fren mesafesini çok iyi koruyorsun.” ya da “Bravo, emniyet kemerini takmadan trafiğe çıkmıyorsun.” denilebilir. Bu ona kurallara uymasının sizin tarafınızdan takdir edileceğini hatırlatıp sürüşünü iyileştirebilir. Eğer araba sürmesinde takdir edilecek hiçbir yön yoksa biraz espriye de kaçabilirsiniz, “Abi aksiyon filminde gibi araba sürüyorsun, ama benim favorim cenaze arabası sürücüleridir. Neden dersen, arkadaki yolcusunu biraz daha bu dünyada tutabilmek için yavaş sürerler.”

Bir bayram namazında hocanın yaptığı konuşmayı hiç unutamıyorum. İmam şöyle demişti. “Ahmet Bey, eski dostu Fazıl Bey telefonda ararsa ‘Ooo, Fazılcım, seni çok özledim, uzun süre olduk görüşmedik, aman buluşalım, bir kahve içelim, hasret giderelim.’ diye cevap veriyor. Eşi ararsa ‘Tamam söyle, çabuk ol, kısa kes.’ diyor. Uzun süredir görüşmediği Fazıl Bey, tatlı dilden nasiplenirken, eşi turp yemek zorunda kalıyor.” İnsanlar en yakınlarına karşı daha tahammülsüz, daha kaba ve daha olumsuz bir davranış içinde olabiliyor. Daha acısı, bu davranışında kendini haklı görüyorsa bu davranışı sürdürüyor.

Kullandığımız dili, ifadeleri değiştirmek için ne yapabiliriz? İlk aklımıza geleni söylemek yerine, bir “s” verip düşünmeli ve daha iyi “söz” bulmalıyız. Elbette genel olarak olumlu düşünmek, daha güzel ifadelerin zihnimizde belirmesi için doğal bir ortam hazırlıyor. Şu anda Amerika’nın başkenti Washington D.C.’deyim. Bürokratların çok olduğu bu şehrin “sıkıcı” olduğunu da söylemek mümkün, park ve bahçelerin çokluğuna bakıp “çiçek gibi şehir” demek de mümkün. Hangisi sohbetimizi daha motive eden bir yöne götürecek sorusunun cevabı, tabii ki ikincisi. Said Nursi Hazretleri’nin “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” sözü bu durumu gayet öz bir şekilde ifade etmektedir. Onun için mutlu bir yaşamın sırrı, güzellikleri görmek, güzellikleri fark etmek ve onu dilimize yansıtarak dünyayı cennet kılmak.

8.4.14

Şapşal Koca

Yıllardan beri düzenlediğim kurslarda her dersin başında insanlara ‘Geçen hafta ne öğrendiniz?’ diye sorarım. Bazen bir filmden, bazen bir kitaptan bazen de gittikleri bir yerden söz ederler. 25 kişilik bir sınıfta 25 kişinin taze deneyimi buluşur sınıfta. Bu paylaşımı, benim vereceğim dersten daha önemli bulurum; çünkü hepimiz birbirimizden bir şey öğreniriz. Türkiye’nin siyasi olarak son derece gerilimli ve sıkıntılı bir tablo çizdiği bu günlerde, okuyan, öğrenen, kendi yaşamına yeni bir şey katan her insanı ayrıca takdir ediyorum.

Bu hafta kıdemli öğrenme ortağım Mevlüt Aksan’ın vesilesiyle Mahinur Tuna ile tanıştım. Kendisi Abhaz kökenli olan Mahinur Hanım, 1950 doğumlu olmasına rağmen halen doktora yapıyor ve Abhaz kültürünün yaşatılması ve tanıtılması konusunda birçok sivil toplum faaliyetinde bulunuyor. Koro çalışmaları, konuşma organizasyonları, koro ve konser organizasyonları yapıyor. Türkiye’nin bir kasırga gibi her şeyi yerle bir eden gündemine rağmen edebiyatla, sanatla, kültürle uğraşına hiç ara vermeyen bir insanla tanışmak bana yeniden yaşama sevinci verdi.

Abhazya’da sadece 100 bin Abhaz olmasına rağmen büyük sanatçılar yetiştirmişler. Örneğin Soçi Olimpiyatları’nın kapanış konserini Abhaz opera sanatçısı Hibla Gerzmava vermiş. Ünlü klasik müzik org sanatçısı Luka Gadeliya da 3 Mayıs 2016 tarihinde Beyoğlu’nda Sent Antuan Kilisesi’nde bir konser verecekmiş. Bu konser de yine Mahinur Hanım’ın ekibinde yer aldığı bir sivil toplum kuruluşu tarafından düzenleniyor ve biletleri Biletix’te satılıyor.

Mahinur Hanım ile bir kahvede buluştuğumuzda bana kitaplarından örnekler de getirdi. Bunlardan bir tanesi Abhaz kökenli ilk Türk kadın ressam Mihri Rasim Açba’nın biyografisiydi. Mihri Rasim Hanım’ın Thomas Alva Edison ve Theodore Roosevelt gibi dünya çapında şahsiyetlerle çalışarak onların portrelerini yapmış olduğunu öğrenmek beni oldukça şaşırttı. Kitaplarından benim en çok ilgimi çeken Sergey Zuhba tarafından derlenen ve Mahinur Hanım tarafından çevrilen Abhaz Masalları oldu. Bu kitaptan hoşuma giden bir masalı paylaşmak istiyorum.

Bir gün bir karı koca sıkılıyorlarmış. Kadın “Şimdi önce kim konuşacak oyunu oynayalım” demiş. İlk konuşan cezalı olacak, eve akşamüstü buzağıları otlaktan o getirecekmiş. Karısı komşulara gitmiş, adamsa nasıl olsa konuşamayacak diye evde oturmuş. Bir süre sonra avluya iki atlı gelmiş. Adam dışarı çıkmış. Atlılar selam vermiş. Bizim adam selamı almayıp boş bakınca, atlılar adama kızıp iki kırbaç indirmişler. Adam yine hiçbir soruya cevap vermeyince atlının biri inip adamın bıyığının yarısını kesmiş. Yine ses çıkmayınca diğer atlı da inip adamın bir kulağını kesmiş. Ardından atlılar adamı kan revan içinde bırakıp gitmişler. Karısı gelmiş, kocasının perişan halini görünce “Ne oldu sana?” demiş. Şapşal adam, kahkaha atarak “Kaybettin, git buzağıları getir” demiş.

Hepinize güzel bir pazar, öğrenmeyle, kültür ve sanat ile geçen, kültür üreten, kültürle yaşayan insanlarla paylaştığınız sizin de onlara katkıda bulunduğunuz bir yaşam diliyorum.

24.3.14

Hayatı Kapatmayın

Bundan birkaç hafta önce artık 13 yaşında olan oğlum Sanat’a Başbakan’ın “YouTube’u da kapatıcam” dediğini söylediğimde “Başbakan sakın bunu yapmasın.” dedi kızgın bir ifadeyle. “Yapmasın” sözündeki vurgu ve kararlılık düzeyinin altını çizmek istiyorum. Çocuk kendince son derece haklı. İngilizceyi YouTube’da izlediği videolardan öğrendi. Her gün izlediği oyunlara ilişkin yorumları da YouTube’dan izliyor. Regular Show dahil, takip ettiği ve onun hayatını renklendiren birçok şey var YouTube ve internette.

Üniversite hocalığı, yetişkian kurs hocalığı yazarlık ve benzer işler yaptığım için çok sayıda insanı gözleme şansım oluyor. Bazı insanlar deyim yerindeyse Facebook içinde yaşıyorlar. Arkadaşlarıyla orada birlikteler. Orada sohbet ediyorlar. Orada resimlere yorum yapıyorlar, orada müzik paylaşıyorlar. Evlerinin huzurlu ortamında bir bilgisayar, tablet ya da telefondan Facebook’a girmek, onlar için hayata bağlanmak demek.

Ağrı Dağı’na yaptığım üçüncü tırmanışta Rüştü Ağabey diyeceğim, biriyle tanışmıştım. Emekli gelirinin tamamını dağ tırmanışlarına harcıyordu. Dağ tırmanışlarını ve fotoğraflarını paylaştığı bir bloğu vardı. Türkiye’de bloglara giriş yasaklandığında Rüştü Ağabey hem çok üzülmüş hem de çok kızmıştı. Çünkü kıymetli hatıralarını ve kıymetli resimlerini ne paylaşabiliyordu ne de kendi paylaştıklarına erişebiliyordu. Ne hissettiğini anladığımı söyleyebilirim. Bir anlamda evindeki fotoğraf albümüne ve kıymetli tırmanış notlarına nedenini bilmediği bir şekilde devlet el koymuştu. Aynı dönemde blog teknolojisini kullanarak Yalova Üniversitesi’nde ders veriyordum. Ders notları ve öğrenci yorumları bloğa işleniyordu. Dönemin ortasında bloglara erişimin kaldırılmasıyla tüm notlarımızın hepsi uçtu, gitti. Sakin yaradılışlı bir insan olduğum için kızmadım, ama blogların yasaklandığı bir ülke olmamıza üzüldüm.

Ben iyi bir Twitter kullanıcısı değilim. Ama kıdemli ekip arkadaşlarımdan biri Twitter’ın iyi bir takipçisidir, kurulduğundan beri. Facebook hesabı yok, başka sosyal medyaya da ilgi göstermiyor. Tek ilgisi Twitter. Kuruluş yılından beri günde bir saate yakın politik olmayan kişilerin Twitter hesaplarını takip eder. Tabii Twitter kapatılınca, ruh halini varın siz düşünün. Onun değer verdiği insanları takip etmek imkânı elinden alınmış oldu.

İnternetin farklı site ve enstrümanları bugün iş dünyasının da hizmetindedir. Türkiye’de ve dünyada birçok firma pazarlamasını Twitter ve Facebook üstünden yapmaktadır. Sırf sosyal medya üstünden pazarlama hizmeti veren yüzlerce kuruluş vardır. Bu siteler kapanınca bu şirketler ne pazarlama yapabiliyor ne de sosyal medya pazarlama hizmeti veren şirketler para kazanabiliyor.

İnternet başladığından beri hayatımız oldukça değişti. Sosyal medya ve internet olmadan bir yaşam artık söz konusu değil. İnternet ve sosyal medya herkesin yaşamına farklı düzeylerde karışmış durumda. Diğer bir ifadeyle artık internet eşittir hayat. Dolayısıyla internetin içindeki asli bir unsur kapatıldığında “hayat kapatılmış” oluyor. Ben hâlâ nezaketli ve zarif bir duruşun zamanla etkisi ortaya çıkan büyük bir gücü olduğunu düşünüyorum. Onun için bu konularla uğraşan insanlara, “hayatı kapatmayın” diyorum.

6.10.13

Kurtarabilirsiniz

Viyana’da yapılacak Organ Nakli Kongresi’ne gitmek üzere Sabiha Gökçen Havalimanı’na gittiğimde sakin bir Pazar günüydü. Kongre’ye küçük bir grup basın ekibi olarak gidecektik. Sabah gazetesi Ankara Bürosu’ndan Safure Cantürk ve Hürriyet gazetesi Ankara Bürosu’ndan Meltem Özgenç geziye katılacaklardı. Sabiha Gökçen’de Viyana uçağı için beklerken Ankara’dan bir telefon geldi. Ankara’dan Sabiha Gökçen uçağına binerken yer hostesi Safure Hanım’ın biletini alırken yanlışlıkla pasaportunu geri vermeyi unutmuştu. Pasaport Ankara’da kalmıştı ve Safure Hanım’ın pasaportsuz Viyana’ya gelmesi imkansızdı. Sorun değildi, THY’nin güvenli ellerinde olduğunu düşündüm. Ne var ki, aldığımız haberlere göre Safure Hanım bir basın mensubu olmasına rağmen türlü güçlükle karşılaştı ve THY görevlilerinin işi uzatan tavırları karşısında Ulaştırma Bakanlığı’ndan bir yetkiliyle görüşerek sorununu kısmen çözdü. Anadolu yakasındaki Sabiha Gökçen Hava Limanı’ndan Atatürk’e kendi cebinden ödediği taksi parasıyla ulaşıp yine uzun uzun dil döküp bir sonraki Viyana uçağına ücret ödemeden binebilmek için çok gayret etti. Gazeteci olması bile THY’nin kendi hatasını telafi etmesi için istekli olmasına yardım etmemişti.

Ertesi sabah, organ nakli konusunda 30 yıldır araştırma yapan ve çözümler sunan Novartis’in ev sahipliği yaptığı kongreye vardığımızda bize alışık olmadığımız bir kalem verdiler. Sonradan kalemin bir tablet kalemi olduğunu keşfettim. Kongre kitabı yerine herkese bir iPad verilmişti. Kalemler bu tabletleri kullanmak içindi. Kongre çantası, bildiri kitapları yerine tablet verildiğini görünce dünyanın nasıl değiştiğine ilginç bir örnekti. Basın toplantısında dünyada organ naklinin duayeni Prof. Roy Caln’in anlattığı küçük bir öykü dikkatimi çekti. 23 Eylül 1954’te Dr. Roy’un bir hocası organ nakli için “It can’t be done (yapılamaz)” demişti. Bu sözü duyunca günümüzde ne kadar çok imkansız denilen şeyin yapılabildiğini ve imkansız olduğunu düşündüğümüz birçok şeyin yapılabileceğini keşfedebileceğimizi düşündüm. Basın toplantısının ardından organ nakli konusunda Türkiye’nin önder isimlerinden, değerli Prof. Dr. Aydın Türkmen ile baş başa sohbet etme fırsatımız oldu. Türkiye’de 60 bin diyaliz hastası olduğunu bu insanların böbrek nakli beklediklerini belirtti. Organ nakli için çocukluğumda, ölecek olursam “organ naklini kabul ediyorum” diye bir kart çıkartmıştım. Ancak bu kartın yeterli olmadığını öğrendim. Beyin ölümü gerçekleştikten sonra her halükarda organ bağışı için ailenin onayı gerekiyormuş. Bu anlamda bu işe karar verirseniz, (ölümünüzden sonra vücudunuzla hayır yapmanız için iyi bir şey olduğunu düşünüyorum)sağlıklı olduğunuz sırada bu kararınızı ailenizle paylaşın. Türkiye’de çoğunluğu trafik kazalarında beyin ölümü gerçekleşen, organ nakli için uygun ortalama sayısı 1200 olan hastadan sadece dörtte birinin ailesi organ nakline izin veriyormuş. Vücutta 2 böbrek olduğu için bu insanların hepsinin organları bağışlansa 2400 kişiyi diyaliz makinesinden kurtarılabilir. Kronik böbrek yetmezliğine doğru götüren en büyük iki nedenden biri yüksek tansiyon, diğeri de diyabet (şeker hastalığı) olduğunu öğrendim. Her ikisi de sağlıklı (daha az şeker ve tuz içeren) bir diyet ve sporla önüne geçilebilecek hastalıklar. Türkiye’de dünya ortalamasının üstünde tuz tüketiliyor. Tatlıyı çok seviyoruz ve spor yapmak için televizyon izliyoruz.

İkinci kez bulunduğum Viyana’nın bir sanat ve tasarım cenneti olduğunu söyleyebilirim. Swarovski’nin merkezinin bulunduğu bu şehirde otele doğru yürürken yolun ortasında uzak doğulu bir kadın sanatçı piyano çalıyordu. Dünyanın dört bir tarafında sokak çalgıcıları, keman, gitar, mızıka gibi taşınabilir ve hafif çalgılar çalarken piyano çalınması şaşırtıcıydı. İşte dedim, klasik müziğin başkenti Viyana’ya da bu yakışır diye düşündüm. Türkiye’nin medarı iftiharı, dünyanın en büyük hava yollarının yemek hizmetlerini sağlayan Turkish Do&Co’nun merkezi Viyana’da. Ama buradaki restoranlarında “helal” et servisi yapılmamasına şaşırdım. Viyana’ya giderseniz Freud’un evine, Freud Müzesi’ne de gidip dünyanın en ünlü psikologunun bastığı merdivenlere basmayı ihmal etmeyin.

25.8.13

Gönüllü Ekonomisi

İşletme yönetiminde “Benchmarking” diye bir kavram vardır; Türkçeye “en iyi uygulamaları almak” olarak çevrilir. Bir firma, kendi sektöründe ya da başka bir sektördeki belirli bir konudaki en iyi uygulamayı öğrenir ve onu kendine örnek alır. Diyelim ki, bir otomobil fabrikası, satın alma uygulamaları açısından kendisinden çok daha başarılı bir uçak fabrikasını örnek alabilir. Sürekli iyileşme için çok işlevsel bir modeldir. Çok sık yurt dışında bulunduğumdan ben de yurt dışında gördüğüm güzel şeyleri, tabii olarak ülkemiz için istiyorum. Ülkemizdeki güzel hasletleri de, yabancı ülkeler için diliyorum.

Batılı ülkelerle kıyaslandığında biz de evsiz (homeless) sorunu neredeyse hiç yoktur. Tinerci çocukların bile sayısı, Batı ülkelerindeki evsizlerle mukayese olmaz. Üstelik Kanada’nın, ABD’nin ve Avrupa’nın gayretkeş ve üstün sosyal sistemleri bu evsiz meselesinin üstesinden şimdilik gelememiştir. Bu anlamda Türkiye, evsiz sayısı ve evsizlerin toplumla birlikte uyum içinde yaşaması açısından Batı ülkelerinden oldukça ileridedir.

Evsizlerin hepsi değilse bile, bir kısmı madde bağımlısı, bir kısmı da akıl sağlığında sorun olan insanlardır. Türkiye’de bir evsiz gördüğümüzde ona nasıl yardım ederiz diye bakarız. Yemek ısmarlarız; biz ısmarlamasak bir semt lokantası onlara yemek verir; eğer kıyafetleri yetersizse evden hemen üç beş giysi ayarlanır; berberler bedava tıraş yapar; Ramazan aylarında mutlaka iftar çadırlarında yemek yerler. Biz de mahallenin delisi formunda evsiz varsa sahiplenilir. Bu sahiplenme de son derece doğal bir şekilde olur. Bir dernek ya da devlet kurumu vesilesiyle değil; toplumda aileler ve bireyler kendiliğinden bu insanlara karınca kararınca yardım ederler.

Batıda ise bir evsiz görünce, başlarına bir şey gelebilir diye insanlar yollarını değiştirirler. Bu ülkelerde evsiz sorunu, ailelerle değil daha çok kurumlarla çözülmeye çalışılır. Evsiz barınakları, evsiz yemekhaneleri, evsizlerin duş alabileceği yerler var. Maddi sorunları çözülmeye çalışılsa da evsizlerin şefkat gördüklerini söylemek çok mümkün değil. Çünkü tüm ilgi kurumsal. Bireysel şefkat, kurumsal ilgiden çok daha değerlidir. Bu evsiz sorunu çözümü konusunda batının bizden öğrenecekleri bir şeyler var; bazı sorunların çözümünde bireysel gönüllülük, organize gönüllükten daha etkili.

Ne var ki, Batı da organize gönüllülükte bizden çok ileride. Özellikle emekliler, 65 yaşından sonra gönüllü girdikleri organizasyonlarda toplumun yaşam kalitesini yükseltiyorlar. Hastanelerde yönlendirme yapıyorlar; havalimanlarında engellilerin tekerlekli sandalyelerini sürüyorlar; eğitim aldıktan sonra müzelerde tur rehberliği yapıyorlar; araba sürenler engellileri ya da hastaları evlerinden istedikleri yer götürüyorlar veya normalde devletin maaş vererek yaptıracağı bir sürü farklı toplumsal hizmeti gönüllü olarak yapıyorlar. Türkiye’de ise gönüllü faaliyetler büyük ölçüde 65 yaş altı aktif insanların sorumluluğunda. Bunda bir sorun yok ama, keşke deneyimli emeklilerimize de daha organize hizmet etme şansı veren bir sistemimiz olsaydı. Hem bu deneyimli emeklilerimizin yaşamlarına daha fazla anlam katmalarına hem de ekonomik bir değer üretmelerine fırsat verirdik.

Bu anlamda Batının evsiz sorununun çözümünde bizden öğrenecekleri olduğu gibi, emekli insanların organize gönüllülük faaliyetleriyle topluma katkısı açısından bizim de onlardan alacağımız sistemler var. Bir ekonomi sadece fabrikaların ya da hizmet endüstrisinin ürettikleriyle büyümez; gönüllü faaliyetlerin ürettiği katma değerle de büyür.

6.6.13

Eğitim Öldü, Yaşasın Öğrenme

Sınıftaki tüm çocuklar itfaiyeci olmak isterken içlerinden sadece bu hikayenin kahramanı olan bir çocuk itfaiyeci olmuştu. Okuldaki öğretmeni, “itfaiyeci olup ne yapacaksın, git üniversite oku, adam gibi bir işe gir” demesine rağmen çocuk üniversiteye gitmek yerine itfaiyeci olmayı seçmiş. Yıllar sonra görev yaptığı şehirde kaza sonucu yanan bir arabadan güçlükle sürücüyü çıkarmış. Kazadan çıkan sürücü, itfaiyeciyi görünce çok şaşırmış. Çünkü sürücü, sen üniversite okumalısın diyen öğretmenmiş. Öğretmen herhalde bu olaydan sonra fikrini değiştirmiş olmalı :-)) . Gazete yazılarına gülümseme işareti konmuyor; ama bence buraya konmalı.

Amerikan Eğitimciler Derneği’nin (ASTD) Mayıs ayında Dallas’ta yapılan uluslararası toplantısında baş konuşmacı olan Ken Robinson, yukarıdaki hikayeyi anlatmadan önce Amerika’da ve dünyada geleneksel eğitim sisteminin işe yaramaz hale geldiğini söyledi. Konuşmasında insanların tutkularının peşinden gitmesi gerektiğini, bunu yapmayacak olurlarsa belki başarılı ama mutsuz olacaklarını belirtti. Verdiği ilginç örneklerden birinde, itfaiyeci olmak isteyen bir çocuğun hikayesini anlattı.

Ken Robinson’un ikinci verdiği örnek son kitabının editörüydü. Editöründen büyük bir övgüyle söz ettikten sonra yaptıkları bir sohbetten söz etti. 45 yaşlarında olan editör hanıma, bu işe ne zaman başladın diye sorduğun aldığı cevap karşısında şaşırmış. Çünkü kadın sadece beş yıl önce editörlüğe başlamış. Genelde bu işler okuldan mezun olduktan sonra başladığınız işlerdir. Kadına daha önce ne yaptığını sorunca aldığı cevapla iyice şok olmuş. Kadın konser piyanistiymiş. Konservatuarları birincilikle bitirdikten ve bu konuda doktora da yaptıktan sonra dünya çapında bir konser piyanisti olmuş. Ken Robinson, neden bıraktığını sorunca daha da şok edici bir yanıt almış. “Çok iyi bir piyanisttim; ama keyif almıyordum.” Ken Robinson hikayeyi şu kıssada hisseyle bitirdi: “Bir şeyde çok iyi olmamız, yaşamamızı bu işi yaparak harcamamızı gerektirmiyor.

Konferanstan sonraki basın toplantısında Danimarka’dan bir gazeteci, “Bence toplum %90’ı yetenekli değil.” deyince Ken Robinson, “Hayır, insanlar yetenekliler… Sadece yeteneklerini keşfetmemişler. Yetenekler, doğal kaynaklar gibidir, onları çıkarmak için çok sistemli çabalar ister.

Ken Robinson, ünlü aşçı Jamie Oliver’a referansla dünyadaki eğitim sistemine muhteşem bir eleştiri getirdi: “Dünyada bir Michelin Yıldızlı lokantalar vardır; bir de fastfood lokantalar… Fastfood lokantalarda her şey standartlaştırılmaya çalışılır. Michelin Yıldızlı lokantalarda ise her şey özelleştirilmeye çalışılır.” Eğitim sistemi daha çok fastfood lokantalar gibi; her şey standartlaştırılmaya çalışırken vasat bir kaliteye razı olunuyor; ama ihtiyaç duyulan kişiye özel bir öğrenme ortamı sunulması.” Ken Robinson, buradan hareketle öğretmenliğin, bir bilgi aktarma sistemi değil, bir sanat olması gerektiğini belirtti.

Eğer Ken Robinson’un kim olduğunu tanımıyorsanız ve daha önce TED.com isimli siteyi duymadıysanız, bu yazı sizin için harika bir hediye olacak. TED.com adresinde süreleri 3, 8 ya da 18 dakika uzunluğunda birbirinden ilginç konuşmalar var. TED (Technology, Education, Design) isimli kuruluş, Türkiye dahil dünyanın dört bir yanında birbirinden ilginç konuşmalar organize ediyor. Binlerce konuşma bulunan TED sitesinde, konuşmaların birçoğunu Türkçe altyazılı olarak izlemek de mümkün. Kıdemli bir eğitimci olan Profesör Ken Robinson’un son derece esprili konuşmalarını izlemek isterseniz yapmanız gereken tek şey ted.com adresini ziyaret etmek.

3.6.13

Çocukları özgür bırakırsak ne olur?

Hawai’nin Maui adasında 12 yaşında bir çocuk Dusty Payne (Dasti Peyn) sörf yapmayı çok seviyordu. Yakın arkadaşlarıyla birlikte sörf tahtasının üstünden hiç inmiyordu. Yaşı biraz ilerlediğinde babası, Dusty’ye ne meslek seçeceğini sordu. Dusty “Profesyonel bir sörfçü olacağım” diye cevap verdi. Babası “Sörf bir meslek değil” deyince, “Hayır baba, bu profesyonel bir meslek ve ben profesyonel bir sörfçü olacağım.” diye kararlı bir cevap verdi. Babası çok gönüllü olmasa da Dusty’nin bu tercihine saygı gösterdi. Dusty ve arkadaşları, kendilerini sörf üstünde geliştirebilmek için ellerinden geleni yaptılar. Bu tür sporlarda defalarca düşersiniz ve her şeye baştan başlarsınız. Belirli bir harekette ustalaşmak için başarısızlık ve hatayla dost olmayı gerektirir. Dusty ve arkadaşları bir taraftan idman yapıyor, bir taraftan da dünya şampiyonlarının videolarını kare kare inceleyip analiz ediyorlardı. Bununla kalmıyor, kendi performanslarını da videoya çekiyor, sörf tahtasının üstündeyken hangi hareketlerin işe yaradığını hangilerinin yaramadığını keşfediyorlardı. Saatler, günler ve yıllar alan çalışmaya bambaşka bir yaklaşım getirmek için farklı spor dallarındaki sporcuları da incelediler. Rüzgar sörfçülerinden, kaykaycılardan, dağ bisikletçilerinden ve moto-crossçulardan neler öğrenebileceklerine baktılar. Moto-crossçuların “Süpermen hareketi” dedikleri, tamamen havadayken sürücünün sadece motorun gidonlarını tuttuğu bir hareketi, sörf tahtasına uyarladılar. Böylece sörf sporuna “hava sörfü” diye bir teknik kattılar. Dusty ve arkadaşları daha iyi sörf yapmak için ölürken, aileleri de endişeden ölüyorlardı. Bir tarafta ya bütün bu çabalar hiçbir yere varmazsa endişesi diğer tarafta da denizde bir kaza olur çocuklarını kaybederlerse endişesi… Sörf bireysel bir spor olduğu için bu çocuklardan bir tanesi şampiyon olacaktı. Bu çocuklar yardımlaşmalarına rağmen bir taraftan da rekabet ediyordu. Sonunda en önce Dusty ardından da her bir arkadaşı dünya sörf şampiyonu oldular. Dusty Payne kendisine ne iş yapıyorsun diye soranlara “emlakçı”yım diyor; “çünkü yer satıyor, ama sattığı yer Hawai adasından arsa değil, sörf tahtasının üstünden santimetrekareler… Dusty ve arkadaşları aldıkları sponsorluklarla milyoner olmuş durumda. Bu ilginç hikayeyi video görüntüler eşliğinde Amerikan Eğitimciler Derneği’nin 2013 Mayıs’ındaki Dallas’taki toplantısında ikinci günün baş konuşmacısı John Seely Brown anlattı. Xerox firmasının uzun yıllar araştırma-geliştirme merkezinin beyni olmuş olan John Seely Brown yukarıdaki gençlerin öyküsünü şu şekilde analiz etti. Bu çocuklar sürekli olarak sorguluyordu; ama bu sorgulama sadece zihinsel değil, eylem dolu bir sorgulamaydı. Brown buna eylem olarak merak diye niteliyor. Bu çocuklar sürekli olarak birbirleriyle derin bir bağlantı içindeydi. Birbirlerini kalben dinliyor ve yaptıklarına birlikte tam bir katılım gösteriyorlardı. Kendi performanslarını arkadaşlarından aldıkları geribildirimle geliştiriyordu. Üstün performans “pohpohlamayla değil,” acıtan eleştirileri dikkatle dinleyip onları geliştirerek elde edilir. Dolayısıyla bu grubun özelliği hem olanı iyisiyle kötüsüyle eleştirmeleri, hem de gelen eleştirileri düşmanlık olarak değil, iyileştirme önerisi olarak algılamalarıydı. Dördüncü önemli özellikleri ise sörfü bir deneme yanılma tahtası olarak müthiş zevk aldıkları bir oyuna dönüştürmüşlerdi.

John Seely Brown, “Mentorluk-Birebir öğretmenlik”,“Tersine mentorluk”, “Akran mentorluğu” ve klasik “Usta mentorluğu” kavramlarının 21.yüzyılda devrede olduğunu ve performansı değiştirdiğinin altını çizdi. Gençler, kendinden yaşlılara bilgisayar ve internet gibi konularda mentorluk yapıyor. Yukarıdaki hikayede sörfçü gençler, kendi akranlarına mentorluk yapıyor ve elbette daha tecrübeliler daha acemi olanlara da klasik mentorluk yapıyorlar. Tabi burada dikkati çeken, özellikle yeni ortaya çıkan alanlarda “yeni bin yıl çocukları” denilen 2000 sonrası doğan çocukların biz yetişkinlere mentorluk yapacak bir noktaya gelmesi. Konuşmasında sıra dışı bir soru sordu: Google’ın kurucuları Larry Page and Sergey Brin, Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, Wikipedia’nın kurucusu Jimmy Wales, Microsoft’un kurucusu Bill Gates ve ünlü aşçılık öğretmeni Julia Child’ın ortak noktası nedir? Bu insanların hepsi kutunun dışında düşünen, sıra dışı ve yenilikçi insanlardı. Ama bunları diğer insanlardan ayıran başlıca bir ortak özellikleri vardı. Bu ne olabilirdi. Okumaya devam etmeden cevabı biraz daha düşünün. Bu insanların hepsi Montesori okullarına gitmişlerdi. Çocukların özgür seçim yaptıkları, özgür faaliyetlere, keşfetmeye dayalı, yaratıcılığın serbest bırakıldığı okullara gitmişlerdi.

Ne yapalım peki? Eski bildiklerimizin yanlış olabileceğini hesaba katarak ne yapmamız gerektiğini düşünelim.